SARILMA FOBİSİ
“Anne, baba, ablalarım; haydi gelin sarılalım” dedi ve
küçücük kollarına dört bedeni sığdırdı koca kalbiyle. Annesi çok geçmeden
sıyrılıp çıktı o kolların içinden. Bir kenarda durdu ve kendi kendine konuşmaya
başladı içinden. ‘Neydi beni o mis kokulu sıcacık aile çemberinden dışarı
kaçmaya zorlayan duygu?’ Kızımla göz göze geldik sonra. Hiç konuşmadı ama gözleri ne
oldu, neden sıyrılıp gittin kardeşimin kollarından dercesine hesap soruyor
gibiydi. Ben de gözlerimle cevap verdim: Korkuyorum!
Depremden sonraki ilk günlerde sadece gözlerimizle konuşup
anlaşabiliyorduk. Ola ki bir şeyler söyleyerek birbirimizi teselli edip
avutmaya çalışacaksak eğer, hemen yüzümüz başka yöne çevriliyordu. Çünkü gözler
yalan söyleyemezdi. Çünkü biz ‘iyiyim’ derken birbirimize yalan söylüyorduk.
İyiyim sözcüğü, bir avutma kalıbı olarak dahi iş görmez, hiçbir şey ifade etmez
olmuştu.
Korkuyorum dedim kızıma. Anlamsızca, birdenbire bir sarılma
fobisi başlamıştı bende. O anda, koca yürekli küçük oğlumuzun sarılma isteğiyle
fark ettiğim sarılma fobisi nasıl oluştu gelin size anlatayım.
5 Şubat 2023. Günlerden Pazar. Kahvaltı için çay koyarken
ocağa, kızım yanıma geldi. Durgun, üzgün. “Anne, rüyamda deprem olduğunu
gördüm.” Yüz ifadesi Richter ölçeği ile on kuvvetinde sarsılmış gibiydi. “Hayra
yor kızım” dedim. “Rüyanda görmeyle illa deprem olacak değil ya. Allah hayra
çıkarsın.” Teselli edebildim mi onu, yoksa gün boyu rüyanın etkisinde miydi
bilmiyorum. Öğleden sonra, ertesi gün okulların açılma heyecanı sardı hepimizi.
“Ali, çantanı hazırla” dedim ben okul kıyafetlerini hazırlarken. “Hava yağmurlu
gösteriyor yarın için” dedi kızlarım. “Fakülteye giderken yanınıza şemsiye
almayı unutmayın” dedi babaları. “Çok yağmur yağarsa seni okula ben bırakırım”
dedi oğlumuza. Sevdiğim diziyi izlerken Pazar akşamında, katıla katıla güldük
eğlendik bir de. En sevdiğimdir; ailece sıcacık bir aile komedisi izlemek.
“Haydi herkes yatağa. Yarın okul var. Alarmlar kuruldu mu?” “Anne birazdan
yatarım.” Gün 6 Şubata bağlanmıştı bile. “Olmaz, herkes yatağa.”
Yatakta dönerken yatağın sallanması kadarlık bir sarsıntı,
saliseler içinde yalnızca yatağı değil, duvarları sallamaya başlamıştı bile.
Hepimiz bir anda koridorda birbirimize bakışmaya başladık. Kızım hala, bir gece
önce gördüğü rüyanın etkisinde olup olmadığına karar veremiyor gibiydi. Ablası ‘Ali’yi
alalım kucağımıza’ diyor. Babası ‘ben Ali’yi kucaklarım siz arkamdan gelin
diyor. Ben ‘Ali olan biteni hatırlamasın uyandırmayın, zaten şimdi deprem
duracak’ diyorum. Ablası korkmasın diye Ali’nin üzerine kapanıp ne yapacağını
bilmez şekilde bekliyor. Hayat üçgeni kurmak aklımıza gelmiyor, çünkü duvarlar
bizden daha seri şekilde konuşuyor. Çatırtılar, devrilmeler, bizde binadan bir
an önce kurtulma isteği uyandırıyor. Ama deprem o kadar şiddetli ki adım atmaya
bile izin vermiyor. Duvarlar çatırdayıp, kapılar kendi kendine açılıp
kapanırken, çaresizce dua edip, bir de teselli etmeye çalışıyorum hala, ‘sakin
olun deprem şimdi bitecek’ diye. Bitmedi.
Bir buçuk dakika kadarlık bir sürede, bir ömre yetecek kadar
endişe yaşadık sanırım. Sonunda bitti. Her salisesi ömürden ömür götüren bir
buçuk dakikalık deprem durunca ‘aşağıya inelim’ dedi eşim. ‘Nasıl inelim ki,
merdiven falan kalmamıştır, yer yerinden oynadı’ dedim. Dışarıdan komşuların
sesini duyunca hemen biz de dışarı çıktık. Arka caddede binaların yıkılmış
olduğu haberi tez geldi. İnsanlar, arabalarına atlayıp binalardan uzak bir
yerlere gitmeye çalıştılar. Yıkıntılar içerisinde kalan koca şehirde trafik
kilitlenmiş, sirenler acı acı çalmaya başlamıştı. Bahçede yağmura dayanamayıp
arabada beklerken kuvvetli bir deprem bu kez bizi arabada yakalanmış, biz bir
de araba içerisinde çaresiz kalmıştık. Deprem, yağmur, sirenler, yıkılma
haberleri, enkaza ulaşmaya, can kurtarmaya çalışanlar, didinenler. Kardeşime
telefonda “ne oldu bilmiyorum ama tamamız, iyiyiz galiba” diyebildim.
Birkaç saat yağmurdan kaçıp sığındığımız arabada, sessiz
sedasız robot gibi oturup bekledik. İnternete girdiğimde depremin boyutunu daha
net görebildim. On şehir yerle bir olmuş, deprem neredeyse tüm Türkiye’de ve
komşu ülkelerde de hissedilmiş ve çok büyük yitimlere sebep olmuştu. Ara sıra
yüzümü kaçırarak çocuklarımı, komşularımın çocuklarını teselli etmeye avutmaya
çalıştım. Kendimi bile teskin edemiyordum bu afetin büyüklüğü karşısında.
İnternet üzerinden, belediyelerde sıcak çorba ikramı
yapıldığını öğrendim. Gidip çocuklara bir kap çorba içirelim dedim. Eşim ‘yok’
dedi. ‘Biz arabadayız. Yağmurda dışarıda olanlar çorba içsin’ dedi. Çocuklar da
onu destekledi.
Kandilli rasathanesinden artçıları takip ettim sürekli. Adana’da
artçıların çoğunu hissetmiyorduk. Çocukların aç kalmasına içim elvermedi. Bu
kez yüzümü kaçırmayıp gözlerinin içine bakarak ‘gelin eve çıkalım size yemek
yedireyim. 98 de Adana’da yine deprem olmuştu. Artçılar ilk deprem kadar
kuvvetli olmaz. Hafif sallantı hissedersek hemen aşağıya ineriz’ dedim.
Öğleye doğru eve girdik. Yemeği masaya koydum. ‘Haydi seri
bir şekilde yiyin yemeğinizi de aşağıya inelim’ dedim. Elime süpürgeyi aldım. Amacım
çocukların duvar kırıntılarına bakıp bakıp hislenmelerinin önüne geçmekti. “Anne
deprem oluyor.” “Korkmayın, artçı deprem bu, çok hafif olacak hemen geçecek.”
Ne geçti, ne de hafifledi. Sabahki depremde çatlayan
duvarlar, bu kez daha kükrekti sanki. Duvarlarda açılmalar, düşmeler başladı. Salise,
önemli bir zaman dilimiymiş; o zaman anladım. Çünkü sabah bir buçuk dakika, öğlen otuz
saniye kadar süren depremlerin her bir salisesinde önemli bir an yaşanıyordu. Saliseler
bitmek bilmiyordu. Geçip giden saliselerin her birinde hayatta kalma umudumuz
azalıyordu. Deprem ne yerimizde durduruyor, ne de yerimizden kımıldatıyordu. Aliyi
ortamıza alıp, hepimiz birbirimize sarıldık. Ali tam ortamızda kaldığı için,
kırılan duvarları görmüyordu böylece. Öyle sarsılıyorduk ki; birbirimize sarılarak
tutunabiliyorduk ancak. Sarılmanın bu kadar acı verebileceği, hiç aklıma gelmezdi oysa. Çünkü son kez
birbirimize sarılıyor gibiydik.
Bir son bekliyorduk. Temennimiz elbette ki depremin
sonlanmasıydı. Ama sanki yaşam sonlanacak gibiydi. Patlayan duvarları
gördüğümüz andaki ‘yıkılıyor’ çığlığımıza deprem, durarak cevap verdi. Evet
durdu. Hemen, eve girmiş olmanın suçluluğuyla beraber kaçma isteği belirdi
içimizde. Binadan çıkar çıkmaz bir toz bulutu çarptı yüzümüze. Pencereden bakıp
daldığım zamanlarda görüş alanıma giren, penceresine güneş vurduğunda parıltısı
gözümü alan binanın toz bulutlarıydı bunlar.
Hiçbir şeyle kıyas götürmüyordu bu acı. Acıyordu sadece. Sessiz
sessiz, çığlık çığlık acıyordu. Uzaklaşmak istiyorduk sadece, hırçın
duvarlardan uzaklaşmak.
İnternete ulaştığımızda gördüğümüz manzaralar bize bir
enkazın altında bedenen kalmadığımızı, ama yüreğimizin enkaz altında sıkışıp
kaldığını hatırlatıyordu. Kentler yıkılıp yok olmuş, her insan, her kalan, her
giden, her şehir, her sokak, her bina, her duvar, her kapı için ayrı ayrı hikâyeler
yazdırmıştı hayat. Oku oku bitmeyecek, hafızalardan silinmeyecek hikâyeler,
anılar, acılar. Ne büyük bir felaket olduğunu anlatıyordu enkazlardan gelen
sesler. Tesellisi olmayan bu acının büyüklüğünü görmüştü koca bir millet ve bu
koca millet tek yürek olmuştu. Bütün yürekler aynı ritimde atıyordu. Bunu
hissetmek, acına ses olmaya çalışan birilerinin olduğunu bilmek iyi geliyordu. Ama
afetin büyüklüğü karşısında koca yürekler bile yer yer yetersiz kalıyor, daha
çok üzülüyor, daha çok eziliyordu bu acı karşısında. Bir şeyler yapılmalıydı
şimdi için, yarın için, daha sonrası için. Afetin açtığı yaralar, verdiği
dersler, alıp götürdüğü yaşamlar, anılar, kentler, yaşanmışlıklar, hayaller
unutulmamalıydı ki, bir daha yaşanmasın. Doğal olaylar, doğal afete dönüşmesin.
Çürük, kumdan kale gibi duvarlarda can verenlerin ardından kader güzellemesi
yapılmasın. Deprem hangi ilde olacak hangisinde olmayacak diye insan kendi
canını düşünmek yerine bütünü düşünüp, herkesi, her canı kıymetli bilip, buna
göre kimin neye gücü yetiyor, kimin elinden ne geliyor, kim hangi işi yapıyorsa
en iyi, en vicdanlı şekilde yaparak, bütünün iyiliği için hareket edilsin.
Depremin üzerinden hatırı sayılır bir zaman geçti. Hâlâ ne
yana baksam, acı, ne yana baksam keder, ne yana baksam belirsizlik, umutsuzluk,
kaygı dolu. Hayat, pek çok insanı, yaşamında önemli değişiklikler yapmaya
mecbur bıraktı. Kaybedilen canların acısı yürekte, gelecek kaygısı önümüzde. Ben
hâlâ uykudan dişlerimi sıkmış bir şekilde uyanıyorum. Nasılsın diyenlere iyiyim
diyorum. İyiyimin anlamı ayakta ve sağım anlamına geliyor. Devamı yok. İçi boş
bir kelime deprem bölgesinde iyiyim demek. Asla gerçeği ifade etmiyor. Anlatmaya
kalksak acımızı, başkasındaki acıyı kanatmaktan korkuyoruz. Anlatıp da
rahatlayamıyoruz yani. Yaklaşık elli bin can kaybımız varsa, yürekte elli bin parça
acı var. Her birinin ardında bıraktığı onca yaşanmışlık, onca yaşayamamışlık
var. Yürek göz göz olmuş acıyor.
Yalnız bırakmayın deprem bölgesindeki insanları. Zamana
yayılan, zaman geçtikçe, kendilerine geldikçe, yalnızlaştıkça büyüyen acıları
olacak çünkü. Koca yürekli bir milletiz biz. Bu acıları hep birlikte saracak
gücümüz, inancımız var. Hayat bir şekilde normale dönecektir. Ya da yeni normal
anlayışlarımız gelişecektir. Ama nasıl bilmiyorum. Pandemi süreci yormuştu
zaten hepimizi. Deprem pandemiyi unutturacak kadar büyüktü. Yarası da çok büyük.
Gülmeye alışık yüzüme, yeni bir ifade oturdu artık. Dişlerim sıkı, dudaklarım
aşağı doğru büzüşük. Yeni normalim bu mudur acaba bilemiyorum. Ama inanıyorum. Var
gücümüzle, inancımızla, duamızla, sabrımızla, iyi niyetlerimizle hep birlikte
saracağız yaraları hep birlikte inşa edeceğiz güzel yarınları.
Yazan : Nahide Zereyak